Thursday, August 27, 2015

BEYAZ SONSUZLUK

BEYAZ SONSUZLUK

Düşlerimde vücuduma dokunmaya
                        devam ediyorsun
Düşlerine çağırıyorsun ısrarla beni....
Sızmak istiyorum koynuna
                       gecenin yanlız karanlığında
Gel diyorsun leylak kokusuna sarılı sözlerinle
Düşümde ayaklarım değiyor ilk kez vücuduna
Duyuyorum yılların yanlızlığını teninin beyazında
Ürkek sokuluyorsun rüyalarımın ötesine
Benim Rüyama

Gel daha da sokul
O çok sevdiğin tenini ver ellerime..
Tut ellerimi
Dokundur tabulara
Tenin... bir beyaz sonsuzluk gibi yutsun ellerimi
......Duysun içinde en derin fırtınayı
Ellerin bir özlemi kavrıyor
..................ÖNCESİZ..............
Şekil veriyor hayatın anlamına
Doğuyorsun bir kez daha SEN SENKEN
Parmak uçlarımda hissediyorum yeni doğan tenini
Gençleşen gözlerini
Öp beni diyen dudaklarını
Dimdik olan göğüs uçlarını
Dirilen vücudunu

Seni tenime alıyorum
Genç ellerin çekingen
Ama sabırsız
Sonsuzdan gelen bir koku gibi dokunuyor tenime
Beni yeniden bul diye fısıldıyorsun
Tabusuz....
Özgür.....


Yavuz Oncelay
Ekim 1994

ÇÖZEMİYORUM
















BİR DÜNYA
KAYDI BELLEĞİMDEN
ÇÖZEMİYORUM


Yavuz Oncelay 2015

Wednesday, August 26, 2015

GÜLDEN DÜŞEN KARINCA

GÜLDEN DÜŞEN KARINCA

                         1

Abartılmış sessizlikler
Sağır sözcükler
Oluşmayan bir çakımlık düşünce
Ateşi başlatan bir sözcük
İçimi ısıtan bir diğeri
Kanımda yüzen bir düzinesi

hey....sen ne yapıyorsun orada
          niye çiziyorsun bu resmi israrla

Kaynıyan kanım
Bulunduğum nokta
Aramıza giren soluk
Bozkır gibi bir bakış
Otlara çarpan yanlızlık
Ulaşamadığım an
Rengarenk bir balon
elden kaçan kuş
bir yalan ayna
Sefil bir gurur
Kırılan cam heykeller
Işığın son günü

ama sen hep oradaydın değilmi

Işığın bittiği nokta
Her yere dağılan mısralar
ve Darmadağan olan sen

                          2

Evrenin ilk günü
İlk canlının doğumu
Evren dolu yanlızlık
Duyulmayan alkışlar

                           3

Yozlaşmış heyecanlar
Üzerlerine sıvanmış ağırlık
Sonsuzu bekleyiş
Bir kararsızlık ordusu
Çarpışan kelimeler
Kanayan geçmiş
Yeşil üstüne kırmızı
Kırmızı üstüne yeşil
Çekingen sarı
Sonbaharın duygusallığı
Ayak izlerindeki korku
Küstah bir pişmanlık
İki büklüm mazi
Kırbaç gibi şaklıyan sorgulama
Bir isyan anıtı

gücün yok artık değilmi....

                            4

Her adalesi kaskatı bir isyan
Bir kitap dolusu kelime
Anlamın küskünlüğü
Işığın aydınlatamadığı karartı
Kapkara bir koku
Yüzüme değen elin
Doğan çocuğun kapalı yumruğu
Bize gelen mesaj
Karmakarışık kahkahalar
Gülüşün köşeye sıkıştırdığı sevgi
Sevginin çığlığı
Çiğdemlerin içinde saklı çoşku

ya SEN......

                             5

Sonsuz bir duygu
Üstünde titreşen aşklar
Kafesteki sıcaklık
Duman duman anılar
Kayıp geçen bir yılan
Hatırlanan bir surat
Gülden düşen karınca
Yaprak yaprak  kahkaha
Sonu gelmiş bir hayat
Geriye bakan bir bebek
Göz göze gelinen ÖLÜM
Sıcacık değilmi......


Yavuz Oncelay
Kasım 1992

YÜZÜNDE SAKLI BENLİK

YÜZÜNDE SAKLI BENLİK

Gözlerine yüklü yoğun hüznü
                       yansıtıyordu yüzün
                                    yalvarır gibi

Seni tanımıyorum
                       üstünden aylar geçti
                        yüzün hep önümde
                         yalnız yüzün      
                                      yalnız......

Gözlerin duygularımın arasına sıkışıverdi
Binlerce soru sorup yalvardı cevap için
Benmi yansımıştım yüzüne

Utanıyormuyum herşeyden
                          içimi o bulut dolu
                                  yüze saklarken.....

Ya o yüzü derin algılamak
                           unutmamak
O tapılan BENİ   başka bir şekle sokmakmı


Yavuz Oncelay
Eylül 1992
                       

Tuesday, August 25, 2015

ÇUKURDAKİ FISILTI

ÇUKURDAKİ FISILTI


Zamanın gölgesine sızan

SESSİZLİK
çatal çatal

FISILTILAR
avaz avaz

HAYKIRMALAR
usul usul

ve GECE
derin mi derin
hepsini saklıyan sevgi gibi



Yavuz Oncelay
Şubat 1992

YAK ŞİMDİYİ

YAK ŞİMDİYİ

Yanlızlık yağmuru yağıyor
                     yoğum mu yoğun
Dayanılmaz dolu mu dolu
İçim sıkılıyor
                    patlıyor maziye        
                    uzanamıyorum....
Yine kuruyor mat renkli dünyasını etrafıma
                     elimi çekemediğm
Yakıyorum şimdiyi
Savuruyorum küllerini maziye
Yine de örtemiyorum geldiğin adımlarını...

Yavuz Oncelay
Agustos 1994


Saturday, August 22, 2015

BEN YER VE GÖK









BEN YER VE GÖK



Ben , o küçük , kişiliksiz , teması gri , ışıklarını düş gücümde yarattığım kasabada doğdum. Sokakları, insanın üstüne uymayan bir paltonun ağırlığını taşıyordu , derme çatma binaları yeraltının homurdularını dinlemektan yorgundu. Bu homurtuların bir gün kendilerini de acımasızca yutacağını , taşını tuğlasını yerde , tozunu havada bırakacağını ve de bu tozun kalanlarca yıllar boyu solunacağını bilir gibiydiler. Kasabanın bir çocuk gözünde bu kadar kişiliksiz olabilmesi için tüm çiçeklerin , ağaçların , kelebeklerin , tohumların çiçek tozlarının bu kasabayı terk etmiş, dağlara, komşu kasabalara , yakındaki gölün çevresine yarleşmiş olması gerekirdi. Öyle de olmuştu , bu kasaba toz duman ve mat renk tanrıları tarafından afaroz edilmişti. Yeraltının o homurduyan katmanlarına renk ve kader büyüleri yapılmış , her sarsılışta bu büyüler yenilenmişti.Yerden sızan bu grilik yolları kapatır , kuytuları daha karanlık yapar , görünen üç çınar ağacının dallarının arasına çöker ve hiçbir şey bu griyi oradan sıyırıp atamazdı , günbatımının kavuniçi kırmızısı bile . Sadece bir kez arkadaki çınara değmişti günbatımının solgun renkleri , ılık bir yaz günüydü hatırlanan... Ya da ben bunu yıllar sonra bir mutlu yaz günbatımında düşlemiştim çocukluğumu süslemek için.

Kasaba bir düzlüğe kurulmuştu , ufku yoktu , gökyüzü başımın üstünde asılı durur gibiydi , ufkun olmadığı yerde düş kurup uzaklara da kaçamazsın . Kaldıki ben o zamanlar dünyanın yuvarlak olduğunu da bilmiyordum , eğer bilseydim yuvarlak olduğunu dünyanın , kollarımı yana açar yokuş aşağıya koşardım bağıra bağıra , ta ki düş dünyam beni rengarenk oyuncak kasabalara taşıyana kadar . Bilmediğim sadece dünyanın yuvarlak olduğu değildi , boşlukta asılı durduğunu ve de döndüğünü çok sonraları öğrendim . Tüm bunları o zaman bilmem gerekliydi , bir topun üzerinde durduğumu , bu topun kendi etrafında dönerken benim de döndüğümü , ve de o her sabah doğan güneşin de başka yollarda aynen döndüğünü bilseydim eğer, bu döngüde kasabanın da an be an renk değiştirdiğini ve de benim gördüğüm griliğin sadece bu renklerin gölgeleri olduğunu kestirmem güç olmazdı. Ama en azından gölgelerin farkına varabilmiştim , bir ağaç , bir bina veya bir duvarın arkasındaki ışığın şekillendirdiği gölgeler. Demekki ışık hep oradaydı , gölgeleri uzatıp kısaltıyordu ve bir çocuk için dünyanın dönmesi uzayıp kısalan gölgelerdi .

Her sabah nasıl uyandığımı , nasıl kahvaltı ettiğimi kahvaltıda en çok neyi severek yediğimi hatırlamıyorum , saat onbire doğru oynamak üzere dışarı çıktığımı , ama hiçbir oyun arkadaşımın olmadığını net hatırlıyorum . Hatırladığım çok heyecan verici birkaç şey var ama onları şimdi söylemiyeceğim , karartılı gölgelerde neler hissettiklerimi anlatmaya devam edeceğim..Bir çocuk için başka çocukların olmadığı bir dünyada saklanbaç oynanamaz..Kaldıki bu düzlükte saklanacak yer de yok gibiydi , bunun anlamı hiç beklenmedik bir anda bir çocuğun bir yerden başını uzatıp nanik yapma olasılığının hiçmi hiç olmamasıydı. Dışarda geçirdiğim oyun saatlerinde neler yaptığımı pek hatırlamıyorum , birgün evvel gördüğüm bir otu tekrar aramak veya uzun duvarın en uç noktasına gitmeye korkmak gibi anlamsız şeyler geliyor aklıma. Duvarın öbür yanı daha havadar ve ışıklı olabilirmi? Duvarın sonunun neden itici geldiğinin bir izahı olmalı ama kimin umurunda bu arayış... Duvarın ucu loş ve havasız. Ben açık alanları sevmeliyim , ufku olan, aydınlık .

Hatırladığım bir gün var içinde gülüşmelerin olduğu , bu benim insanları ilk güldürüşüm ,espri yapmak gibi. Daha sonrada annemin bunu tanıdığı dostlarına anlatışı. Gözlerin beni üstüme yağması .Belki de ilk kez akıllı olduğumu hissetmem .Toplum hayatına kişilikli espritüel bir adım. O an konuşulanları hatırlamam olanaksız , ama bir konuşmanın ,benim esprimin olgunlaştırtığı bir konuşmanın varlığını hissetmek bugün bile hoş.
Bir öğleden sonra oturduğumuz yere çok yakın olan askeri mahfelin önünden yürüyoruz. Benim ilkokul mavisi , göğüs kısmında bir kare ve bu kareden omuzlara aşıp arkadan düğmelenen pantolonumun önemli bir özelliği var o gün için. Göğüs üstündeki karede el işlemesi beyaz bir yelkenli ve denizin dalgalarını gösteren birkaç beyaz çizgi. Bu benim hayal dünyamda denize açıldığım ilk gün . Kimseyle paylaşmak istemediğim ve de paylaşmamak için sakladığım bir düşün engin denizi. Denizi o güne dek hiç görmediğime göre bu düşü şekillendiren annemin sıla hasreti olmalı . Bu gri şehire denizi getirmek onun fikri ve becerisinin ürünü. Yelkenli özenle işlenmiş ve de rüzgar ve dalgaları gözleriyle taşımış olmalı benim hayal dünyama. Yüzünde bir aydınlık gülümseme ve kendi çocukluğuna derin bir özlem de yelkenliyi fora taşımıştı engin denize. Benim o gün hissettiğim o uçsuz bucaksız denize....Ana oğul elele açılmıştık denize , bu griliği , bu monotonluğu yok sayarcasına . Yanımızdan geçen birkaç kişi de hissetti denizden doğru gelen rüzgarı . İşte bu ufku dahi olmıyan kasabaya deniz ilk kez böyle ulaştı , dalgası , rüzgarı ve sıla hasretiyle. Ve bu , benim göğsümün ortasından tüm düzlüğe yayıldı .
Kim inanırdı benim engin denize açıldığıma , yüzüme masmavi rüzgarın vurduğuna : Saklamalıydım tüm bu olanları , avuçiçim bir anda kapladı yelkenliği , bir elim annemin elinde diğeri yelkenlinin üzerinde yürüdük bir süre. Annem dalgaları ve rüzgarı daha fazla elimde tutamadığımı hissetmiş olmalı ki ,yelkenliği neden sakladığımı sormadan edemedi . Bunu kimseyle paylaşmak istemediğimi söylemem annemi güldürdü ve de çok akıllıca buldu her nedense. Galiba o da düş dünyasında yanlız kalmak istemişti..Annemle hatırlıyabildiğim ilk mutlu kesişmem böyle olmuştu ,o otuzlu yaşlarını ben ise yaşamın üçüncü yılını yaşıyordum. Tabii ki anneme ilk dokunuşum daha da geriye gidiyor , bir sonbahara , çınar ağaçlarının yapraklarının sararıp bakır kırmızısı kıvrımların rüzgara direndiği bir Kasım ayının ilk günlerine.
Mekan ise paravana ile ortadan bölünüp ön tarafının yemek ve oturma odası arka tarafın da yatak odası olarak kullanıldığı geniş bir okul dersliğidir. Hayata teğellenip umut dolu geleceklerin düşlendiği bu mekanda dokundum anneme ilk kez , dışarıda çiseleyen , karanlığa çarptıkca daha da gizemli olan yağmurun
her dokunuşunu hissederek. Islanan toprağın yaydığı bir koku gibi tutundum anneme o gece yarısı . Umutlarına , korkularına ,anılarına , pişmanlıklarına , sevgisine dokunarak . Halbuki ben bundan üçbuçuk ay önce , perdeleri elde dikilmiş , dantelli sehpaların köşelere yerleştirilmiş ,mutfağı aydınlık ,etrafı yeşilliklerle çevrili , yatak odasının penceresinden sarmaşık güllere uzanabilinen o şirin evde de dokunabilirdim anneme ilk kez . Korkuların , belirsizliklerin yerine gül kokan kahkahaların atıldığı bir günün gece yarısı da olabilirdi bu ilk dokunuş. Belki o zaman bu kişiliksiz gri kasaba gül rengine sarınıp kuytularında gül kokusu saklıyan bir yer olurdu benim için . Ve ben gül kokusu burnumda , parmağıma batan gül dikeni acısıyla anneme koşardım . Ama o korku dolu 20 Haziran 1943 günü tüm renkleri sıyırıp almakla kalmadı , çatlattığı duvarlardan evlerin o güzelim kokusunu , güven veren sıcaklığını da alıp gitti . Babam sedirde gazetesini okurken, ablam ki 11 yaşındaydı o zaman anneme mutfakta yardım ediyor olmalı akşam yemeği için. Ağabeyim ise ortalıkta koşup babamın dikkatini üzerine çekmekte olmalı ve de babam gözlüğünün üstünden ona şöyle bir göz atıp başını hafıfce sağa sola sallamalı o dakikalarda. Dalıp gitmeli kendi çocukluk yıllarına , Yanya'daki günbatımlarını hatırlamalı , kardeşlerini özlemeli . Günün tüm yorgunluklarının sedirin minderlerine bırakıldığı , yüzlerin güldüğü bir anda ,saat tam 18.33 de o acımasız zelzele sadece evi değil insanların düş dünyalarını da paramparça edip korkuyu duvarın çatlaklarından çekip yüreklere yerleştirmişti .Güneşin son ışıkları eve hiç girmedikleri bir yerden , açılan duvarın çatlağından duvarı keser gibi geçmiş olmalı. Ev yıkılmamak için direnmiş ailemi merdivenlerinden bahçeye taşıyabilmişti. Sonra kapkara bir toz bulutu ölümü ve korkuyu içine çekip yavaş yavaş kasabanın ve insanlarının üstüne çökmüş olmalı . Bu öyle etkili bir ölüm ve korku tozu ki bir sene sonra doğan çocuklar bile onu kuytu köşelerde hissedip ürpermeli . Kasabanın ayakta kalan evlerinin , ağaçlarının ve yollarının belleğine öyle yazılmalı ki seneler sonra bile çocuklar bunu renk olarak hissetmeli.

Bu kasabanın kaderleri hayata hep yeniden başlamak olan insanların toplandığı bir yer olduğunu yıllar sonra anladım . Yeraltındaki o derin çatlak özenle çekmeli tüm bu insanları buraya , paramparça olan düşlerini yepyeni uykularda yeniden kurabilen insanların kasabası olmalı burası. Dağılan imparatorluğun Balkan ve Kafkasya vilayetlerinden gelenlerin o bildik hikayeleri , hüzünleri , kapılarını kitleyip geride bıraktıkları evlerin unutamadıkları kokusunu ,son bir kez geriye dönüp baktıklarında akıllarında kalanları getirdikleri yerdi bu kasaba . Koparılıp savrulma göz açıp kapamadan gerçekleşmişti . Düşlerini bile getirememişlerdi.
En güzel kasabalar en güzel düşleri görenlerin ortak rüyasıdır . Rüyalarının kesiştiği köşe başlarında sohbet edenlerin mekanıdır kasabalar. Bu kasaba hiçkimsenin rüyasının bir diğeri ile kesişmediği , düşlerin bahçe duvarlarına çarpıp orada , o ıslak kuytuda kaybolduğu yerdi . Sanki o derin çatlak hükmediyordu her bir düşe. İnsanlar düşlerinden yorgun bir o kadar da bezgin uyanıyor olmalılar ki kasabanın sokakları hep boş gibiydi , belki de herkes geldiği mekanların sokaklarında dolaşıp oraların havasını soluyordu. Bu griliğin yerinden hiç kıpırdıyamamasının sebebi belki de buydu . Benim oyuncaksız dünyam da onlarınki kadar renksiz ve soluktu , ben de onlar gibi yaşayıp onlar gibi yürüyordum sokaklarda . Belki de ablamın elini tutup bir elimizde ekmek vesikası diğerinde bir somun ekmekle yürüyorduk eve doğru . Sonra halının üzerine oturup özenle sakladığım kibrit kutularını aynı özenle birleştirip uzun trenler yaptığımı hatırlıyorum.
Bu trene binip binmediğimi , oradan uzaklara gidip gitmediğimi hatırlıyamıyorum ama o trenin kıvrıla kıvrıla yol aldığını , ve de bir yerlere vardığını seziyorum şimdi.
Çevremin bu kadar solgun olması benim coşkuyu keşfetmeme engel olamadı ve bu çoşku beni zaman tünelinden çekip bambaşka bir dünyaya taşıdı sanki . O kırmızı üç tekerlikli bisiklete binip pedalları çevirince renkler tek tek parlamaya , güneş bir değişik ısıtmaya başladı beni . Belki de bu hayata o an bağlandım bir ucsuz bucaksız haz ile. Bir değişik tutundum hayata o bisikletin üzerindeyken .Yol alıyordum , dönüp geçtiğim yerlerden tekrar geçiyordum başka renkler görerek. Bu renk ve ışık cennetinde var gücümle çeviriyordum pedalları . Sadece iki büyük çınarın altı kapkaranlıktı korkup gidemediğim , orası idam sehpalarının kurulup insanların asıldığı yerdi ve bana kapkaranlık görünüyordu koskoca çınarın altı , bugün bile ...
Çoşkuyla yol almayı bu kiralık bisiklette öğrendim, o kırmızıyı hiç unutamadım, ve de belki bu hazzın tadını olduğu gibi saklıyabilmek için yetişkinliğimde bisiklete binmeği hiç öğrenmek istemedim. Ve hayatın kapkaranlık noktalarından uzak durmam gerektiğini orada o kırmızı üç tekerlekli bisikletin üstünde hissettim ilk kez. Çınarın altına doğru bisikleti hiç sürmedim , belki de merak edip sürmem gerekliydi , elimi kaldırıp darağacında asılı adamın paçasından çekip niye orada asılı durduğunu sormam gerekirdi .Yüzündeki korkunun , vurdumduymazlığın veya gözünün önünden film şeridi gibi akan hayatının mimiklerini bir an olsun görüp bunun sebebini anneme sormalıydım . Sormadım....Sadece o karartıyı alıp bu dümdüz kasabaya bir çarşaf gibi serdim , soramadıklarımı örttüm , pedalları daha hızlı çevirdim , ve de yemyeşil yabani otları ilk kez orada farkettim . Kırmızıdan sonra yeşilin büyüsüyle de tanışmıştım , düş fırçası bir elimde yeşil ve kırmızı öteki elimdeki palete yayılmıştı , parlak ışıl ışıl ve kışkırtıcıydılar. Yaşam renklerle dengeleniyordu , üç tekerlekli bisikletle yol alıyordum , pedalları daha hızlı çeviriyordum , belkide hiç görmediğim ufkun orada biryerlerde olduğunu hissetmiştim ,elimi değip geriye pedal çevireceğim kadar yakın .
Annemin " sakın uzaklaşıp gözden kaybolma " ikazı ufka dokunup hemen geri gelmemi gerektiriyordu belki de . Sakın uzaklara gitme dememişti , git ama gözden kaybolma demişti . Bir özgürlük kapısı açmıştı bana , bir elimde fırça diğerinde yeşil ve kırmızıyla beni gri tualin önüne oturtmuştu . Yaşam şimdi benim oyuncaksız dünyamda biraz daha kolaylaşmıştı . Monotonluğu bir yeşil fırça darbesiyle bozulabilir bir kırmızı ile derinlik bile kazandırabilirdim.
İşte kolum da tam bu sıralar kırıldı , yaz ortası olmalı , dersanelerdeki sıralar ortaokulun giriş katına sırayla dizilmişlerdi . Sıralar arasında oynadığımı , kaydığımı hatırlıyorum ,nedense sıra dışı cıvıl cıvıl bir gün geliyor gözümün önüne. Son sahne düşmeye başladığım an..Sonrasını çağrıştıracak hiçbir detay kaydedilmemiş belleğime . Acıyı nereye sakladığımı merak ediyorum , o kemikler birbirine eklenirken canım yanmış ve avaz avaz bağırmış olmalıyım . Sonradan dinlediğim kol kırılma hikayesi tam bir Anadolu efsanesi . İlk defa bir hekime gidilmiş ,kolu inceleyen hekim "alçıya alayım ama çocuk çolak kalacak "demiş . Annemle babam acı içinde birbirlerine bakmış olmalılar ve de annem atak davranıp beni kaptığı gibi kasabada ün yapmış kırık çıkıkcıya götürmüş olmalı . İnsanların ününün ağızdan ağıza yayıldığı reklam denilen namertliğin olmadığı zamanlar bunlar . Kaldıki adamın hüneri reklamla anlatılsa inandırıcı da olmayabilir. Ama kulaktan kulağa söylenen çok çarpıcı ve güven verici . Anlatılan şu ; adam bir yığın kırık kemiği bir küpün içine atıp , bu kırık parçaları el yordamı ile hatasız birleştirip tek tek küpten çıkartması . Küpte parça kalıp kalmadığı detaylar arasında belirtilmiyor ama herşeye rağmen güven veriyor. İşte benim kırık kolumu yeniden yapılandıran adam bu . O bile parmaklarını omuzuna değdiremez demiş ama ben ömür boyu kürek kemiğimi bu kolla kaşıdım .Keşke adınıda bir yere not etselerdi de ben de burada onu adınla anlatabilseydim. Yine de bu sanatkarı buradan selamlıyorum . Kimdi nereden gelmişti bu kasabaya merak ediyorum . Belki de güvercin olup buraya konan bir gönül ereniydi kalbi hafif elleri tüy gibi olan....
Bir Can'ın acısını yüzyıllardır Canında hisseden ,feryadı ,hıçkırıkları ,iç geçirmeleri duyan bir Hak aşığı olmalı . Bir gönülden bir diğerine koşarken ilişmeli gözüne babamın o koyu lacivert sırt beni ve Can'a Can katmak için dokunmalı kırık koluma..
Bu acı veren tecrübeden sonra ilk rütbemi , ilk takma adımı aldım galiba . Babam beni elinini ayasına oturtturur diğer eli göğsümde beni yukarıya kaldırır o meşhur BEŞO tekerlemesini söylerken gözleri ışıl ışıl olur, heyecanı gülümseme olarak şekillenirdi .Beşo çok sevimli bir panda yavrusuydu ve tekerlemesi

Beşo'muda dağda tuttular
boynuna kemendi taktılar

diye devam ederdi . Sımsıcak ve sevgi doluydu o havaya yükselişler , yüreğimin ısındığı , yüzümün güldüğü o boşlukta ağırlıksız düşer gibi hissetiğim ve de hep hatırladığım anlar . Nereden çıkmıştı bu BEŞO lafı..bu tekerlemeyi kimler nerede söylemişti..Dedem de babamla böylemi oynardı . Horasandan Konya dolaylarına gelirlerken Horasan erenleri de çocuklarına BEŞO deyip , bozkır günbatımlarında onları el ayalarına oturtup giden güneşi selamlıyorlarmıydı . BEŞO bir sıla hasretini bir kaçışın hazin hikayesindenmi kalmıştı..Yoksa masum ve içten inançlarınından dolayı fidan gibi gençler dağlarda yakalanıp boyunlarına aykırılığın zincirimi takılmıştı . Babamın gözlerinin içi gülerdi bu tekerlemeyi söylerken , dedem de gülüyor olmalı babamı havaya kaldırırken . O zaman BEŞO tekerlemesi bir kaçış mutluluğu ile bağdaştırılmalı.. O uzak diyarda Yunanistan'ın batısında Arnavutluğun BERAT şehrinde.Bir ince uzun yol Horasandan Konya'nın Karacaardıc'ına oradan Arnavutluğun Berat'ına gelmek . Ve BEŞO hep yanlarında , bir özgürlük ve barış sembolü gibi .. BEŞO'yu dağda tuttup boynuna kemendi taktılar ama biz buradayız özgür ve hayat doluyuz dercesine . Sonra hepimiz aldık bu uzun ince yolu güneşimizin bize gösterdiği yolda. BEŞO yanımızda , onurla , cizgiden hiç sapmadan ,insanı CAN , doğayı kutsal kabul ederek . İnsan olarak hep mükemmeli arıyarak o içimizdeki sonsuz Yaratıcı cevhere hiç ihanet etmeden , O'nu hiçbir tartıya koymadan bir ben olarak içimizde taşıyarak ..Tıpkı bir masum BEŞO gibiBabamın kurtla kuzu hikayesini defalarca dinledim ve de her seferinde aynı heyacanı yaşadım .Kalbim hızla atmaya başlar ,dışardaki dondurucu rüzgarın iniltilerini içimin derinliklerinde hissederdim . Sinsice ağıla giren kurdun parlayıp sönen gözlerini köşesine sinmiş bir kuzu gibi korkuyla takip ederken gözlerim korkuyla açılır sonunu bildiğim hikayenin bu sefer değişik biteceğini düşünür daha da fazla korkardım. Babam iki dudağını büzer agıl kapısının aralıklarından giren rüzgarın uğultusunu kurdun o sert sırt tüylerinden geçirirdi sanki . Kurdu koklar daha da büzülürdüm köşeme ,yaklaşan kurdun nefesi buz gibi esen rüzgarı daha da soğuturdu .Sonra ağılın sahibi genç yiğit gelip kurtarırdı kuzuları ve ben bir kez daha derin bir nefes alıp gülümserdim babama . Sobanın sıcaklığı tüm vucudumu sarar bir büyük tehlikeden kurtulmanın hazzıyla oracıkta uyurdum. Babamın yüzündeki gülümseme bir ilahi meltem gibi gözlerinin derinliklerinden gelirdi , insanı yaşama sımsıkı bağlıyan , beni benden de öteye taşıyan ve de bilmediğim o evrene götüren . Beni Ben yapan o uçsuz bucaksızlığa....Kıvrılıp huzurla uyuduğum sedirin köşesinde düşlerim sadece DOĞA olurdu , yemyeşil ,huzur dolu ...
Kasaba tüm renksizliği ile pencere pervazlarının hemen dışında belli belirsiz nefes alırdı . Kimsenin sahiplenmediği ayak seslerini dinler ,bunlar düşlerinde koşuşan çocukların ayak sesleri olmalı deyip solgun sokak lambalarının hüznüne bırakırdı kendini . O kadar hantallaşıp atıl hale gelirdiki biz çocuklar üstünden neşeyle atlarken bizi duyamadığı gibi duysa bile gülümsiyemezdi. Ama her kasaba gibi tüm fısıltıları , anlatılan hikayeleri özenle saklar hatta bu hikayelerin geldiği bozkır kasabalarına uzanır anlatılan hikayeleri yerinde bir kez daha dinler , renklerini , tüyden hafif realitelerini alıp dönerdi. Bunun için benzer bu kasabalar birbirlerine , benzemekten de öte birinin rengi diğerine karışır ,sesi ötekinde yankılanır . Hepimiz hikayelerimizi bırakırız köşe başlarına ,aynı hikayeyi hiç bilmediğimiz görmediğimiz yerlerde yeniden duymak için. Eğer ilk defa geldiğin bir kasabanın sokaklarında dolaşan birinin gözlerinde saklamaya çalıştığı gözyaşlarını görürsen bilki hikayenden etkilenmiştir .

Sonra belleklerden kayar gider hikayeler , bir mezar taşına yazılmış bir mısranın tek kelimesine sığar da yankılanır kimsenin olmadığı bozkırlarda , sıkışır kalır sararmış defter sayfalarında , bilmece olur herbir parçası bir köşede. Her parça kendi kendine çoğalır , şiir olur , fıkra olur , ağıt olur , güldürmeye ve ağlatmaya devam eder . Gün gelir bu hikayenin parçası olduğumuzu hatırlarız ,unuttuğumuz kendimizi yeniden ararız , sokak sokak dolaşırız kasabalarda , dün gibi gelir yıllar öncesi . Hikaye şekillenir , bir kasabanın bir sokağı öteki şehrin bir caddesine çıkar . Tüm dünya küçülür de zamanı kullanılmış bir park olur önümüzde..
İşte bu kasabanın gözümün önünden hiç gitmeyen parkı böyle bir park olmalı , böyle olmasaydı yıllar sonra belleğim beni oraya taşımazdı . İlk hikaye orada şekillenmiş olmalı , sadece yeşilin ,suyun , tüm renklerin ve de onların gölgelerinin olduğu bu dekorda . Benden başka kimsenin olmadığı , tüm seslerin renklerin arasına sızdığı , ışığın suda kırıldığı ilk gün olmalı bu an . Yanlız yürüyüşümüzün başladığı yer olmaktan öte , hep dönüp birşeyler arayacağımız doğanın ta kendisi olmalı burası . İşte doğanın ben olduğunu , bende şekillenip tüm evrene yayıldığı , yayılıp da benim ben olduğumu unutturduğu, hep gelmemi bekleyip en özel anılarını belleğime kazıdığı yerdi burası . Aramadan buldum kendimi burada . Çağrışım gibi , hep içinde olup da duyamadığım ama ruh yordamı ile herzaman hissettiğim
o özü . Bu kadar erken hissettirdi kendini . Defalarca unuttum onu , kendime yabancılaştığım ,yollarımın kesilip hiç olmadık sapaklara yönlendirildiğim ama hiçbir zaman bağdaştıramadığım zaman ve mekanlarda . İnsan olmanın boyutlarının insan olmıyanların ölçüp biçtiği ortamlar da mum gibi eriyip bedel ödediğim
o güzelim genç zamanlarımı yeniden buldum bu doğada . Savrulmuşluğumu , belleksizliğimi , öz eksikliğimi , sınanmamış hassasiyetlerimi okşadı çok sonraları bu kasabanın bu parkının doğası.Tüm bunlar var olup da bilinmeyen veya koskaca bir evreni bir cümleye sokup , "sonra aç bak herşey orada" diyen bir sesin içindeydi . Ya da bir anlık bir göz değmesinin sönükmü sönük kıvılcımında olmalı tüm bunlar. Darmadağınık anıların , bölük pörçük yazılmamış hikayelerin unutulduğu köylerin , kasabaların sokaklarına dönmek ,her adımda bir parçayı bulup tamamlamam için bir başlangıçtı burası. Öyle de oldu..

Benin sezgilerimin ötesinde bu kasabayı anlatılanlarla , elde mevcut resimlerle de algılamak hoşuma gidiyor.



Bu resimlerden bir tanesi bana her zaman çok çarpıcı gelmiştir . Ben ülkemle ilgili bilgilenip olgunlaştıkca resim de olgunlaştı . Hem evvelini hem de sonrasını sorgular gibi geldi oturdu önüme . Konuş benimle dedikce sözcükler şekillendi , o devir de . İnsanların yüz ifadelerinin , o anımı , yoksa geçmişimi yansıttığı takıldı kafama. Belkide geleceği yansıtması istenmişti . Bugüne yansımadığı açık , o resimdeki yüzlere bugün devletin zirvesinde bile rastlıyamazsınız. Ne aynı idealler ne de aynı beklentiler var . İdeal ve beklentiler değiştikce yüzler de buna paralel değişti . İdealsizlik , riyakarlık ,vurdumduymazlık ve adapsızlık çizgileri gelip yerleşti yüzlere . Sonra da kalıtsallaşıp nesillere devredilebilecek forma girdiler. Resime yakından bakıyorum , giyim kuşamda inanılmaz bir itina var , tabir yerindeyse hiç kimsenin üstündeki sırıtmıyor . Resimdekilerin çoğu Osmanlı kimliği ile doğmuş ve Osmanlı eğitim sisteminden yetişmiş. Bir imparatorluk vatandaşı olmanın mesuliyeti , olgunluğu ve gururunu bu resimdeki yüzlerden okumak zor değil. Resim bu küçük kasabada 1940'lı senelerin bir Cumhuriyet Balosu münasebetiyle çekilmiş . Olumsuzluklar , sıkıntı ve hoşnutsuzluklar ideallerin içinde eritilip özgüven olarak tekrar şekillenmiş yüzlerde. Bir Bektaşi , bir Ahi , bir Mevlevi adap ve terbiyesinden geçmiş birileri olabilir bu resimdekiler . Kimliklerden sıyrılmış özlerini yeni ufuklarda birleştirmek üzere bir araya gelmişler. Tek parti döneminin Milli Şef safhası . Hani şu para ve pullardaki resimlerin değiştiği , mütagalibenin astığı astık kestiği kestik devri. Şimdi düşünelim , bugün 2009 senesinde ismi hala korunan bir büyük inkılapcı ,vizyonu olan ve halkın Gazi diye bağrına basıp sevdiği bir liderin ölümünün hemen arifesinde resimlerini paradan puldan kaldırmak bu ülkenin kuruluş prensiplerini ve ruhunu simgesel olarak silip atmak değildir de nedir. Silip atmakla kalmayıp altmış seneden beri bu büyük liderin isminin gölgesinde güya onun prensiplerini savunduklarını söyleyen riyakarların bu küçük kasabada estirebileceği fırtınaların gücünü varın siz hesap edin. Ama resimdekiler kendilerinden emin oturuyorlar . Kimi Trabzon'dan bu küçük kasabaya sürgün edilmiş..İmkansızlıkların kol gezdiği 40 lı yıllarda bin küsür kilometrelik bir tayin . Büyük liderin genel davetine uyarak yüksek öğretimden orta öğretime gönüllü gelen bir öğretmen tayin edilen. Resme bakıyorum yine , anne ve babamın yüzündeki gülümseme benim nasıl bir evde büyüdüğümün tüm işaretlerini veriyor. Ne bedbinlik ne de düş kırıklığı var yüz hatlarında . Onlar için hayatın hedefi insan-ı kamile varmak.. Günün gaileleri sadece gülünüsesi detay onlar için. Annem tarafından anlatılan bir olay işte böyle bir Cumhuriyet balosu öncesi Halkevi toplantısı ile ilgili. Ankara'dan gelen zamanın tek parti politburosu mensuplarının mahallin devlet memurlarını teftişi sırasında patlak veren bir olay. Kasaba eliti ile tanıştıktan sonra çevre köylerden gelen öğretmenler sahnede sıraya sokulup tek tek baştan ayağa teftiş edilir ve bazıları herkesin önünde yüksek sesle küçük düşürülür . Kıyafetleri üstleri başları aşağılanır . Sonrasını annem şöyle anlatırdı.. Oturduğumuz yerle sahne arasında genişce bir boşluk vardı ,sahnede hakaretler başlayınca babanın gerildiniği ,sinirlendiğini hissettim. Sonra kalktı ok gibi sahneye atladı , tüm salonun şaşkın bakışları altında bu ülkenin bir öğretmenine böyle hitap edemessiniz diye bağırmaya başladı. Ve de öğretmenlere yolu gösterip sahneden inmeleri yardımcı oldu derdi annem. Ve de çok keyiflenirdi. Babam bu konuda hiç konuşmadı..Kişiliği bu tür konuşma ve nakillere uymazdı. Orada öyle davranması gerekiyordu ve de kendisi gereğini öyle yapmıştı..konu kapanmıştı..Ama mütagallibe konuyu bu kadar kolay kapatamazdı tabii. Kısa bir süre sonra müdürlüğü alınıp yeniden tayin edildi.Ve ben çocukluğumun ikinci bölümünü geçirdiğim şehre böyle geldim .

Yeniden kasabaya dönelim..O günün ertesi neler yaşandı , bu kasabanın insanları babam hakkında ne düşündü bilmiyorum. Ama babamı düşünmeye devam ediyorum bu an bile. Kimdi bu köy öğretmenleri ? babam gibi çok ölçülü bir beyefedi nasıl girebilmişti böyle bir refleksin içine.Bu ülkede yapılan haksızlıklardan kendiside almışmıydı nasibini..Devir, yüzyıllardır acımasızca ezilen kendi öz evlatlarını yine devre dışı mı bırakmıştı. Hırçınlığın, fevri hareketlerin bir sebebi olmalı. Babam bana bıraktığı kişilik mirasını hiçbir zaman isimlendirmediği gibi şu veya bu yolla yönlendirmede yapmadı. Yaşamın heyelan gibi akan zorluklarının karşısına bir yüce dağ olarak çık mesajını verdi kendi yaşam örneği ile. O yüce dağ İnsan-ı Kamil olmaktı galiba. Kendisi ondört sene evvel birliğe böyle katıldı.Şimdi alemde hür dönüyor olmalı. Bir bütün olarak...aşk ile..

Duyar gibi oluyorum sesini...diyorki..

Vücudum bir gemi
Akıl yelkeni
Fikir dümeni
Kullan gemini
Göreyim seni

O gemisini 95 sene mükemmel kullandı . Bilimle metafiziğin arasındaki o ince çizgide dik ve bilinçli durdu . Şimdi geriye baktığımda o duruşun anıtsal bütünlüğünü daha da iyi sezebiliyorum .Dahası bunun bir yaşam biçimi olarak gün be gün yaşanmış olabilmesi beni heyecanlandırıyor. Ama ben burada bu konuya şimdilik bir nokta koyup kasabaya döneyim.